
Peyami Safa’nın okuduğum ilk kitabı olan Yalnızız’ı sizlere önermek istiyorum.
“Tuhaf” dedi, benim bu kızı gözlerim ısırıyor. Ben dedim ki, eğer güzellerin vücutlarında göz ısırıkları iz bıraksaydı, bütün yüzleri, boyunları, bacakları, ayakları çürük içinde kalırdı.
Bir alıntıyla giriş yapayım dedim ve gene alıntılarla devam edeceğim.
Meral hep önüne bakarak cevap verdi:
– Her şeye en çirkin mânâsını yapıştırma hemen. Ben genç bir kızım. Bütün imkânlara müsavi mesafelerin buluştuğu nokta üzerinde durmak istiyorum.
Kitap 1951 yılında yayımlanmıştır ve 353 sayfa olmaktadır. Kitaptaki anlatım teknikleriyle ilgili bir incelemeye bu linkten ulaşabilirsiniz.
Kitabın tanıtımından bilgilerle devam ediyorum;
Peyami Safa’nın diğer bütün romanlarında olduğu gibi Yalnızız romanında da doğu-batı, madde-mana, ruh-beden, idealizm-materyalizm gibi ikilemler üzerinde durularak, aynı evde yaşadıkları halde birbirlerinden oldukça farklı mizaç, düşünce ve insan ilişkilerine sahip aile fertleri üzerinden ruhunu arayan bir toplum resmedilir. Bireysel ve toplumsal kimliklerimiz arasında, bilhassa Batılılaşma hareketlerinden sonra ortaya çıkan uyumsuzluğun yarattığı sıkıntılar, kalabalıklar içinde milyonlarca “yalnız”ın peyda olmasına sebep olmuştur.
PEYAMİ SAFA’NIN YALNIZIZ ROMANINDA RUH ve BEDEN SORUNSAL adlı teze bu linkten ulaşıp kitap hakkında daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz.
Küçük bir yorum yapmam gerekirse; farklı karakterlerin düşüncelerine geçiş yapılıp hikayelerin pek akıcı tutulduğunu ve felsefe, psikoloji, duygu ve gizem yüklü bir anlatım olduğunu söyleyebilirim.
İlgimi çeken diyalogların olduğu alıntılarla devam ediyorum,
Biliyorum, Paris bunların hepsidir. İçinde konservatuvar da vardır. Binbir renkli meçhul de. Zengin bir hayal içinde meçhul, daima malümun en korkunç rakibidir. Ben malümum. Yani sayısız imkânlar arasında gerçekleşmiş ve donmuş bir imkânım. Ben bir şeyim, meçhul her şeydir. Fakat.. unutma ki, ben, varım; meçhul, yoktur. O, sadece olabilir, fakat olmayabilir de! Ben bir realiteyim, o bir imkândır. Bu farkı anlamayan bir aşka sen beni inandıramazsın.
Sustu. Bütün dikkati, elini tutan Meral’in elindeki hassasiyetin üstünde toplanmıştı. Parmaklarda gevşemek ve sıkmak arasında belli belirsiz hareketler vardı ve iki Meral’in mücadelesini derinden derine hissettiriyordu.
Meral, uzun düşünce gecelerinin mahsulüne benzeyen olgun bir fikri ilk defa ifade etti:
Bana öyle geliyor ki, bizim ikincilerimize ihtiyacımız var. Birincilerimiz. Onlar sayesinde yaşıyor. Sen bir şeyin zıddiyle var olduğunu söylemez misin ?
Samim bağırdı:
Ah, çok güzel, iki benliğimiz arasındaki iç diyalektik hareketinin tam üstüne bastın. Tabii. Biri olmadan öteki olmaz. Tabii. Hem ikincilerimizin kökleri tabiata ve iç güdülerimize bağlıdır. Onları yok edemeyiz. Öldürmekten maksadım hapsetmek ve ziyansız hale getirmektir. Elimiz ve ayağımız gibi o da mutlak emrimiz altına girebilir. Ve onun bizi tokatlamasını, yaralamasını, öldürmesini imkânsız bir hale sokabiliriz…
Yerinden kalktı, aynaya baktı ve kendini çirkin buldu. Gözlerinin o temiz aydınlığı yoktu. Sanki burnunun ucu uzamış ve yukarıya doğru kalkmıştı: “Çirkinim” dedi. Çirkinim, fakat gideceğim yarın Feriha’ya,
“Aynaya arkasını döndü. “Demek ben bu kadar çirkin olabiliyorum” diye düşündü. Tekrar aynaya baktı. Bu, benim “İkinci”min Ah, Samim ne kadar doğru anlıyor. Şimdi gözümde o bir Allah kadar büyüyor. Başını göremez oluyorum. Ayakları var gözümün önünde. Çıplak ve beyaz. Boyu uzun, uzun. Hâlâ sarhoşum galiba, yatmalıyım.
Yerdeki kitaplardan birini rastgele aldı; Rilke’nin yer yer güzel ve sıkıcı bir kitabı: “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, Milli Eğitim klâsik tercümelerinden.
Yatağına girdi. Bu yeşil maroken cildi kitap Samim’in hediyesiydi. Onun dikkatle okumasını istediği bazı sahifelerin kenarlarını kırmızı kalemle çizmişti.
Bunlardan birini tekrar okudu:
“Düşünüyor, mümkün müdür, henüz hiçbir hakil görülmemiş, bilinmemiş, söylenmemiş olsun ? Mümkün müdür, görmek, düşünmek ve yazmakla binlerce yıl geçmiş bulunsun da, binlerce yıl, tereyağlı bir dilim ekmekle bir elma yenen bir okul teneffüsü gibi kaybedilmiş olsun ?
Mümkün müdür, icatlar, terakkilere rağmen, insan hayatın sathında kalsın ? Mümkün müdür, bilinmesi ne de olsa bir kazanç teşkil eden bu satıh bile, yaz tatillerindeki salon mobilyaları gibi, daima kitlelerin lâfi edildiği için, mazi yanlış olsun ?
Mümkün müdür, bütün bu insanlar, aslâ mevcut olmamış bir maziyi tamamen bilsinler ? Mümkün müdür; bütün hakikatler onlar için bir şey olmasın ? Mümkün müdür, hayatları boş odalardaki saatler gibi her şeyden alâkasını kesmiş geçsin ?
“Mümkün müdür, yaşayan kızlar bilinmesin ? Mümkün müdür, “kadınlar” densin, “çocuklar” densin ve bu kelimelerin…
Meral kitabı kapadı ve karyolanın kenarından yavaşça yere bıraktı, Bu kadar ihtilâlci bir düşüncenin Samim’i niçin okşadığını biliyordu. Dünyasından memnun olmayanlar ne kadar benziyorlar birbirlerine. Evveli bütün artistler ve entelektüeller… Hepsi böyle. Hepsi böyle mi ? Meral bir kaç kitap daha hatırladı. Var bir sıkıntı hepsinde,
Meral gözlerini kapadı. Uyuyabilecekti. Işığı söndürdü. Bir elini yastığın altına soktu. Yine gözlerini kapadı. Çok sürmeden uyudu.
Biraz uzun alıntılar verdim, hoşunuza giderse ne âlâ !